Gün akşam
olmuştu her şey yarım olmuş yarım kalmıştı. Aradıklarımız, bulamadıklarımızda
taşıyordu dışarıya karanlıkta da ışık arar gibi batmak isteyen güneşe de karşı
o parlayıp sönen sinyallere karşı gülen uslanmayan arsız yüzümüz. Her
bakışımızda içimizi ok gibi delen bizi ilerletmeyen, bizi ışıksız bırakan ama
bir incir çekirdeğini bile doldurmayan taştan duvarlar, sedirler gri renk almış
her yer tek tek bizi sarsıyor kırıyor incitiyor.
Bir
rüzgar çıksa bizim içimizdeki titreşimlere denk böylece kıpırdamayan bedenimizi
kıpırdatsa üzerimizdeki gri havayı alsa
beyazlaşsak, yer değiştirsek rüzgarda savrulsak, gözlerimizi kırpıp rüzgarın
getirdiği zerrelere de öyle baksak. Sonra kanatlarımız varmış gibi iki kolumuzu
iki tarafa açsak dikleşsek uzaklara doğru süzülsek. Yabancı bir yağmur yağsa
sonra da üzerimize bizim üzerimize doğru çileşse ta bağrımızın içine parçalasa
çıkarsa içimizdeki yangın yerini cayır cayır yanan ateşten dumanlar çıksa ruhumuz
yumuşasa iyileşse ruhum ve bedenim kendisiyle bütünleşse örtüşse.
Harman
zamanı güz zamanı buğday başaklarım tek tek biçiliyor sanki onlarında
kıyımlarında kıymalarındayım geriye sadece sert bir mizacım kalmış bir de mazi.
O iri baykuş gözlerimi tekrar kapatıyorum. Kendimi döven ağlatan tarafımı, ipe
serdiğim un misali ağır ağır benim boyumda gölgeler o gölgeler gözümün önünden
geçerken beni de kah genişlettiler kah ağlattılar, hiç birinde de gülen surat
yoktu üstelik bozkırın orta yerinde öylece bomboş da duruyorlardı. Sadece
üzerime sıçrattıkları çamurun izleri, ağızların soluyan ve yine ağızların
çıkardıkları sıcak tükürüklü salyaları ben kendi halinde tüneyen kanatlı kuş
misali yelkenleri suya indirmiş çıt ses yok iken arada bir gök gürültüsüne
benzer sesleri de işiten ve o duyguyla kendisini şişiren o sürüngenlerin
uğultusuyla kendi parlaklığını ve dahi
kanatlarını bile göremeyen tek başına
bir dal gibi kalakalan yağmurda hırpalanmış güneşte çekmiş rüzgarda savrulmuş tek
bir bel kemiği üzerinde duran. Sonbaharın ayazında yeşil rengi de gitmiş
sararmış yumuşak hali de kurumuş eğilmiş büğülmüş bir yaprak bir dal kalmış
Ulaşmak
istediği hedefleri o kadar uzaklardaydı ki onu sadece parlayan ışıldayan
hayallerinde görebiliyordu. Gölgeli karanlık insanların sahte ışıkları ve
ağırlıkları öylesine zincire bağlamış ince zar gibi engeller koymuş ki önüne
ona sade hayalleri ile avunmak bazılarının yutmak bazılarının üzerine soğuk su
içmek kalmıştı. Şimdi sadece akşamın gölgesinde gün akşam oldu bulutların akışı
yağmurun çileşmesi çıkan rüzgar fırtınanın bıraktığı arkada yaralı bereli enkaz
kalmıştı. Tek bir dikili ağaç gibi kalakaldığında de ise arkasındaki ormanı
aradı.
Duyguları
eski sıcaklığını kaybetmiş yakıcı heyecan odaklandığı konular dağılmış,
olamıyordu eskisi gibi olamıyordu. Yaşlanıyordu. Gözlerinin beyaz rengi
sararıyor siyahlarını başka renk tonları dolduruyordu. Gölgeler eskisi gibi
artmış fakat o eski ağırlıklarını göstermiyordu. Sanki yaşlılık bıçak gibi
kesilmiş birikmiş bir tarafta toplanmıştı. ''Ayna ayna güzel ayna söyle bana var mı benden
güzeli bu ülkede bu dünyada?'' Ayna dahi kendisini bir yere sabitlemiş gerçek
yüzleri sahneleri göstermiyordu.
Ben de
yaşlanmıştım. Eski sertliğimi de yitirmiştim. İçimi bir midye gibi dolduran
karanlık koyuluk. İçim karanlık düşüncelerimle daha da koyulaşmıştı kapkara
olmuştu. Rengim koyulaşmış siyaha dönmüş acaba şurada az beyaz bir ışık var
oraya Nasrettin Hocanın göle maya çalması misali tekrar maya çalsam tutar mıydı?