3 Şubat 2018 Cumartesi

YAŞLANIYORDUK

       Gün akşam olmuştu her şey yarım olmuş yarım kalmıştı. Aradıklarımız, bulamadıklarımızda taşıyordu dışarıya karanlıkta da ışık arar gibi batmak isteyen güneşe de karşı o parlayıp sönen sinyallere karşı gülen uslanmayan arsız yüzümüz. Her bakışımızda içimizi ok gibi delen bizi ilerletmeyen, bizi ışıksız bırakan ama bir incir çekirdeğini bile doldurmayan taştan duvarlar, sedirler gri renk almış her yer tek tek bizi sarsıyor kırıyor incitiyor.
        Bir rüzgar çıksa bizim içimizdeki titreşimlere denk böylece kıpırdamayan bedenimizi kıpırdatsa  üzerimizdeki gri havayı alsa beyazlaşsak, yer değiştirsek rüzgarda savrulsak, gözlerimizi kırpıp rüzgarın getirdiği zerrelere de öyle baksak. Sonra kanatlarımız varmış gibi iki kolumuzu iki tarafa açsak dikleşsek uzaklara doğru süzülsek. Yabancı bir yağmur yağsa sonra da üzerimize bizim üzerimize doğru çileşse ta bağrımızın içine parçalasa çıkarsa içimizdeki yangın yerini cayır cayır yanan ateşten dumanlar çıksa ruhumuz yumuşasa iyileşse ruhum ve bedenim kendisiyle bütünleşse örtüşse.
         Harman zamanı güz zamanı buğday başaklarım tek tek biçiliyor sanki onlarında kıyımlarında kıymalarındayım geriye sadece sert bir mizacım kalmış bir de mazi. O iri baykuş gözlerimi tekrar kapatıyorum. Kendimi döven ağlatan tarafımı, ipe serdiğim un misali ağır ağır benim boyumda gölgeler o gölgeler gözümün önünden geçerken beni de kah genişlettiler kah ağlattılar, hiç birinde de gülen surat yoktu üstelik bozkırın orta yerinde öylece bomboş da duruyorlardı. Sadece üzerime sıçrattıkları çamurun izleri, ağızların soluyan ve yine ağızların çıkardıkları sıcak tükürüklü salyaları ben kendi halinde tüneyen kanatlı kuş misali yelkenleri suya indirmiş çıt ses yok iken arada bir gök gürültüsüne benzer sesleri de işiten ve o duyguyla kendisini şişiren o sürüngenlerin uğultusuyla  kendi parlaklığını ve dahi kanatlarını bile göremeyen tek başına bir dal gibi kalakalan yağmurda hırpalanmış güneşte çekmiş rüzgarda savrulmuş tek bir bel kemiği üzerinde duran. Sonbaharın ayazında yeşil rengi de gitmiş sararmış yumuşak hali de kurumuş eğilmiş büğülmüş bir yaprak bir dal kalmış
       Ulaşmak istediği hedefleri o kadar uzaklardaydı ki onu sadece parlayan ışıldayan hayallerinde görebiliyordu. Gölgeli karanlık insanların sahte ışıkları ve ağırlıkları öylesine zincire bağlamış ince zar gibi engeller koymuş ki önüne ona sade hayalleri ile avunmak bazılarının yutmak bazılarının üzerine soğuk su içmek kalmıştı. Şimdi sadece akşamın gölgesinde gün akşam oldu bulutların akışı yağmurun çileşmesi çıkan rüzgar fırtınanın bıraktığı arkada yaralı bereli enkaz kalmıştı. Tek bir dikili ağaç gibi kalakaldığında de ise arkasındaki ormanı aradı.
     Duyguları eski sıcaklığını kaybetmiş yakıcı heyecan odaklandığı konular dağılmış, olamıyordu eskisi gibi olamıyordu. Yaşlanıyordu. Gözlerinin beyaz rengi sararıyor siyahlarını başka renk tonları dolduruyordu. Gölgeler eskisi gibi artmış fakat o eski ağırlıklarını göstermiyordu. Sanki yaşlılık bıçak gibi kesilmiş birikmiş bir tarafta toplanmıştı. ''Ayna ayna güzel ayna söyle bana var mı benden güzeli bu ülkede bu dünyada?'' Ayna dahi kendisini bir yere sabitlemiş gerçek yüzleri sahneleri göstermiyordu.

          Ben de yaşlanmıştım. Eski sertliğimi de yitirmiştim. İçimi bir midye gibi dolduran karanlık koyuluk. İçim karanlık düşüncelerimle daha da koyulaşmıştı kapkara olmuştu. Rengim koyulaşmış siyaha dönmüş acaba şurada az beyaz bir ışık var oraya Nasrettin Hocanın göle maya çalması misali tekrar maya çalsam tutar mıydı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder